Sağlıklı ve duyarlı bir toplum olabilmenin en önemli etkenlerinden biri daha önce yaşanmış afetlerde tecrübe edilen eksikliklerden ders alarak, olası yaşanacak bir afete bilinçli olmamızdır.
Yaşadığımız çevreye ve topluma hepimizin bir sorumluluğu vardır.

Bu manada 17 Ağustos Gölcük Depremi yıldönümü dolayısıyla Koşyaz ve Avrasya Gazetecileri işbirliği ile Deprem Bilinci Kompozisyon Yazısı yarışması düzenledik.
Bu çağrımıza kayıtsız kalmayan yazıları ile katkı sunan ilk dördün içinde yer alan yazarlarımızın yazılarını, okurların hizmetine sunuyoruz.

Hacer Alioğlu
Koşyaz

DEPREM BİLİNCİ KONULU YAZILAR…
Yazarların çektiği videolar ekte yer almaktadır.

Ayşenur Sezer Sever
GERÇEKTEN UNUTMADIK MI?

Hülya Ekmekçi
HAYATIMIZI KURTARMAK ELİMİZDE

Dicle Çelik
BİLİNMEZLİK

Ümran Yavaş Tepecik
GECE SİYAH OLDU

Hacer Alioğlu Yakuti (Şiir)
HATIRLATIR BİZE YAŞANANLARI

GERÇEKTEN UNUTMADIK MI?

198. SAYI | 2021 Ağustos Ayşenur Sever Genel
“1999 Depremi” gibi milletimizin imtihan vesîlesi olan her doğal âfetin yıl dönümünde sıkça duyduğumuz, okuduğumuz bir cümle:
“Unutmadık, unutturmayacağız!”
Peki, “Unutmadık da ne oldu?” diye soruyor kalbim… Hatırlatıyorsun, anlatıyorsun, unutturmuyorsun, peki, ama ne oldu?
Unutmadığımız, unutturmadığımız şey; hayatımıza ve ebediyetimize bir fayda sağlamalı elbette. Meselâ 1999 Depremi’nden bahsederken öncelikli olarak “çürük yapılar” dile getiriliyor. Bu konu elbette ki çok önemli… Rabbimiz’in kuluna ihsân ettiği cüz’î irâde, kulluk şuuru hassasiyeti, kişinin yaptığı işi, en güzel şekilde yapmasını gerektirir. Bununla birlikte, yıkılan binaya “müteahhit sebep oldu” demeden bir durup düşünmeli.
Yaşanan hâdiselerin tek suçlusu, malzemeden çalan müteahhit mi? Daha ucuza mâl edip daha çok kazanmak isteyen mal sahipleri, göz göre göre yanlış arâzilere bina yapılmasına veya olması gerektiğinden daha fazla kat çıkılmasına izin veren makam sahipleri, gerekli kontrolleri yapmayanlar, işini baştan savma yapanlar vs… Neticede insanın başına gelenlerin çoğu, kendi hataları yüzünden… Ve sorumlu olan herkesin âhirette büyük bir vebâli ve ağır bir hesabı var.
Ancak işin bir de ilâhî takdir boyutu var. Elinden gelen bütün tedbirleri aldıktan sonra Allâh’ın hükmüne teslim olmak… İşte bu durumda dünyanın “imtihan” vasfı devreye giriyor. Ve Hakk’ın hükmüne teslîmiyet, başlı başına bir şifaya dönüşüyor. Herhangi bir âfette hayatını yitirenlerin yakınlarının unutmaması gereken hakîkat şudur:
“Allâh’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allâh’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.” (et-Teğâbün, 11)
“Îman ettim.” diyen bir kul için, Kur’ân bütün yaralara şifâdır. Hadisler, hayatı aydınlatan rehberdir. Geliniz hadîs-i şerîfler ile biraz daha derinden idrâk edelim konuyu:
“Vebâ, kolera, sıtma vb. bulaşıcı salgın hastalıktan ölen, karın hastalığından ölen, suda boğulan, yıkık altında kalıp ölen”[1], “zâtülcenbden (akciğer hastalığından) ölen, yanarak ölen, hamile olarak ölen, yol kesenler tarafından öldürülen, haksız yere öldürülen”[2] , malını muhafaza uğrunda öldürülen kimseler şehiddir.”[3]
“Şehid, Cennet’tedir.”[4]
Dünyaya ait kısmında, insanın kalbine, sevdiğini kaybetmenin ateşi düşerken, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “Şehid Cennet’tedir.” buyurarak rûhumuza bahar çiçekleri açtırıyor. Yalnız bir noktaya temas etmeden geçmek istemem. Şehâdet, İslâm Dîni’ne ait bir makamdır. Neredeyse ömür boyu dîne mukâvemet göstermiş olan şahıslar için kullanımı uygun olmaz.
Şimdi gelelim kendimize… Peki, bu dünyanın gerçeği olan deprem, sel, fırtına gibi tabiî âfetlere karşı bizim üzerimize düşenlere!
“Mü’minin firâsetinden sakınınız. O baktığı zaman Allâh’ın nûruyla bakar.” (Tirmizî, Tefsîrü’l-Kur’ân, 15) buyuruyor en Sevgili… Öyleyse öncelikli olarak idrâk kapasitemizi, kalbimizi besleyerek geliştirmemiz gerekir. Sonra hayata bu gözle bakmamız…
Kurumuş dere yatağına ev yapmak, yumuşak zemine haddinden fazla kat çıkmak, yağışın bol olduğu alanlarda arâzinin durumunu göz ardı etmek gibi bir gaflete düşmeden, kulluk gücümüzü kullanıp sonrasında:
“-Yâ Rabbi! Ben üzerime düşeni yaptım. Her şey Sana emanet, vereceğin her hayra muhtacım!” diye gönül dolusu duâ ile Rabbimiz’e teslim olmak gerekir.
Kul doğduğu gün itibariyle ölüme aday olduğuna göre; hayat yolculuğunu bu gerçek üzere yapılandırma konusunda çaba sarf etmelidir. Ömür sermayesi tükendiğinde, Azrâil -aleyhisselâm- geldiğinde, Rabbimiz’in râzı olacağı şekilde bulunma çabası taşımalıdır.
Bu demek değildir ki, her an secde hâlinde olalım. Her ne yaparsak yapalım, Allâh’ın huzûrunda olduğumuzu fark edip “El kârda, gönül Yar’da!” şuuru taşıyabilmektir, püf nokta!
Ama nasıl? Hayatı Kur’ân’la, hadisle süslemeyi bir yaşama modeli hâline getirmek ve elindeki hassas teraziyi, “Rabbim bundan râzı olur mu?” ayarına getirmekle!..
Ne de kolay söylerken! Ancak yapmak nasıl da zorluyor insanı… Nefs ve şeytan, her an vazife başındayken üstelik… Hayat dediğimiz tam da bu değil mi dostlar?
İmtihanda olduğunu, nîmetin gerçek sahibini bilince, sırtını sadece O’na dayayıp bütün gücünü O’nun râzı olacağı yöne döndürünce; yaşanan her şey anlam kazanıyor. Yüreği;
“Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde; «Doğrusu biz Allâh’a âidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz.» derler.” (el-Bakara, 156) âyeti sımsıkı sarmalıyor. Fısıldıyor yüreğim rûhuma:
“-Haydi, duâ et!” diye…
“Allâh’ım, biz Sana âidiz. Sen, Sana ait olanı muhafaza et!” Âmîn.
“İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu. Böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.” (er-Rûm, 41) âyet-i kerîmesini tefekküre ihtiyacımız var.
Başımıza gelen her şeyin bir sebeb-i hikmeti elbette ki var.
“Bu sıkıntının tecellîsinde ben nasıl bir hataya düştüm ki, yâ Rab?” diye, kul kendine yönelip kulluğunu tamir etme çabasına yönelmeli ki, unutmadığına değsin…
Beni Rabbimin yolundan uzak tutmaya çalışan her şeye rağmen…
“Rabbim, düşüyorum, ayağım takılıyor, kalbim sıkışıyor, rûhum zorlanıyor. Yine de ben Sana ve rızâna tâlibim!” diyen, bunun için samimî gayret gösteren sâlih ve sâliha mü’minlerden olabilmek duâsı ile…

[1] Buhârî, Cihâd, 29.
[2] Sahîh-i Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, VIII, 293; İSAM, İlmihal, 377-378.
[3] Buhârî, Mezâlim, 33.
[4] Ebû Dâvûd, Cihâd, 25.

Ayşenur Sezer Sever

HAYATIMIZI KURTARMAK ELİMİZDE…
“Ne oluyor? Bu saatte kim sallıyor yatağımı? Bu gürültü ne? Anne!.. Baba!.. Kızım!.. Oğlum!.. Neredesiniz? Çabuk dışarı çıkalım!.. Deprem oluyor!.. Birbirimizden ayrılmayalım!.. Deprem oluyor!.. Bitmek bilmiyor!..”
17 Ağustos 1999 saat 03.02’de merkez üssü Kocaeli’nin Gölcük ilçesi olan depremde binlerce evde çığlıkların kıskacında, çaresizliğin kucağında, istemeseler de ölüme hızla koşan binlerce insanın ağzından dökülen cümleler bunlar. Belki de bini aşan insanın son cümlesiydi bu feryatlar. Binlerce insanın son cümlesine şahit olan kırk beş saniye… Cana susamış en uzun kırk beş saniye… Ve altmış saniyeye ulaşmadan onca insanı yutan, cana kıyan beton bloklar… Sonrasında yaşam üçgenlerinde, hayata tutunma şansı bulan, “Kimse yok mu? Kurtarın!..” nidaları… Günlerce süren arama kurtarma çabaları… Enkaz başında bir umut, ölü ya da diri sevdiklerini bekleyen gözü yaşlı insanlar… Ne olmuştu böyle? Daha akşam şen şakrak ayrılmışlardı birbirinden… Kimse anlayamadı nasıl olduğunu ‘bir anda’ nice canlar, cananlar yitip gitti. ‘Bir an’ dedikleri bu kadar uzun sürer miydi? ‘Bir anın’ acısı yılları kaplar mıydı? “Deprem!.. Ocaklar söndüren deprem!.. Nereden geldin? Bizi buldun? Nesin sen?” Enkaz başında umutlarını yitirenlerin kurduğu cümlelerdi bunlar.
Enkaz başında sorulan soruların cevapları aylarca konuşuldu televizyonlarda, makaleler yazıldı, deprem profesörleri saatlerce anlattı oturumlarda. Yapılan tanımlara göre deprem, yer kabuğu ya da taş türe adı verilen yer kürenin en üstünde bulunan tabakada fay hattı adına verilen kırıkların çeşitli hareketleri ile meydana gelir. Fay hatları, taş küredeki kayaların gerilme, sıkışma gibi yüksek basınç oluşturan şartlar altında kırılması ile meydana gelir. Depremler ise bu kırıklarda oluşan basınç dengesinin ani bir hareketle değişmesi ile meydana gelen sismik dalgalardır. Daha basit anlatmak gerekirse; depremler yer altında bulunan fay hatları arasındaki enerjinin anlık olarak ortaya çıkmasıdır. Tanımlar yapılıyor lakin hiçbir tanım tatmin etmiyordu deprem mağdurlarını teselli etmeye. Nasıl etsin canlarından can gitmişti… Yuvaları gitmişti… Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı… Bilanço çok ağardı çok…
On yedi bin sekiz yüz kırk kişi hayatını kaybetmişti… Yirmi üç bin yedi yüz seksen bir kişi yaralandı… Beş yüz beş kişi sakat kaldı… Öyle diyordu sayımlar, araştırma raporları. Lakin bu sayının daha fazla olduğunu 2010 yılında yayınlanan araştırma raporları söylüyordu. 2010’daki rapora göre ise, on sekiz bin üç yüz yetmiş üç kişi ölmüştü. Yaralananların sayısı kırk sekiz bin dokuz yüz bir kişiydi… Neredeyse her haneden can kaydı ve yaralı vardı. Bazı aileler dünyaya topluca veda etmişlerdi depremin acımasızlığında. Peki tek suçlu deprem miydi? Bakın daha ne suçlular varmış?
Deprem Araştırma Merkezi verilerine göre dünyada yaklaşık her yıl beş yüz bin deprem oluyor. Bunlardan yüz bini hissedilmiyor. Türkiye’de ve çevresinde ise dört ve beş büyüklüğünde yetmiş ya da seksen deprem oluyor. Bu dünyamızın adeta beşik gibi sallandığını gösteriyor bize. İşte o beşiğin üzerine hiçbir önlem almadan bina dikenlerin, önlem almadıkları yetmiyormuş gibi demir ve çimentosunu eksik koyanların, beşiğin üzerinde yaşadıkları halde bize bir şey olmaz düşüncesiyle evlerinde hayat üçgeni açacak alanlar oluşturmayanların en az deprem kadar suçu var giden canlarda. Ve en az deprem kadar onların da elleri kana boyandı…
Depremlerin çoğu aktif fayların üzerinde ve çevresinde oluyor. Ülkemizde ise tespit edilmiş beş yüz elli üç adet aktif fay hattı olduğu biliniyor. Bu bilginin ışığında bir denetleyelim kendimizi. Ev alırken nelere dikkat ediyoruz. Aldığımız ya da alacağımız evleri bulunduğu semte, gösterişine, o da sayısına bakarak mı alıyoruz? Binaların bodrum katlarına inip kolonları kontrol ediyor muyuz örneğin? En önemlisi alacağımız, kiralayacağımız evin deprem etüdünü istiyor muyuz emlakçıdan veya mal sahibinden? Ev olası bir depreme uygun inşa edilmiş mi? Sorup araştırıyor muyuz? Bütün bunları yapmıyorsak, kendimizin ve sevdiklerimizin canına kastediyoruz demektir.
Acı tecrübelerimizin ve araştırmaların sonucu gösteriyor ki deprem bir doğa olayıdır, engellenemez… Şiddeti düşürülemez… Lakin depremle mücadele için hayatta kalabilmek için alabileceğimiz önlemler ile hasarımızı minimum seviyeye düşürebiliriz. Depreme hazırlıklı olmak, önlem almak hayat kurtarır. Hayatımızı kurtarmak elimizde… Önlem alalım…
Saygılar, hürmetler.
Hülya Ekmekçi
12.08.2022

BİLİNMEZLİK
Biliyorum bu yazıyı 1999 Gölcük Depremi anısına yazmalıyım ama şunu da çok iyi biliyorum ki; bugüne kadar yaşanan depremlerin yerinin, zamanının hiçbir önemi yok. Yaşananlar – korku, çaresizlik, acı, mücadele, kayıplar… – hep aynı oldu. Bu yüzden yazımı 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi başta olmak üzere hafızalardan silinmeyen; 27 Aralık 1939 Erzincan, 24 Kasım 1976 Çaldıran, 12 Kasım 1999 Düzce, 1 Mayıs 2003 Bingöl, 23 Ekim 2011 Van, 24 Ocak 2020 Elazığ, 30 Ekim 2020 İzmir Depremlerine yazmak istiyorum.

Deprem yer kabuğunda meydana gelen sarsıntılardır; ama hayır bu kadar basit tanımlanmamalı. Çünkü deprem saniyeler içinde – evet saniyeler… – yüzlerce hatta binlerce insan yaşamına, doğada yaşayan canlılara ve canlıların kentleşmeyle birlikte kısıtlanmış yaşam alanlarına tehdit oluşturur. Maalesef bazen şiddetiyle tehdit oluşturmaktan de öteye geçer; yapımı belki yıllar alan koskoca binaların birkaç saniye içinde yerle bir olmaları, enkazda sıkışıp kalmış insanların karmaşa içinde seslerini duyurma çabaları, feryat figan istenen yardımlar, yaşanan psikolojik çöküntüler, enkaz altında belki de günlerce yaşamak için mücadele veren annelerin çocuklarının cansız bedenlerine yaktığı ağıtlar, her şeyin bi rüya olduğuna; uyanınca sıcacık evinde, ailesinin yanı başında olacağına kendini çoktan inandırmış küçük çocuklar…
Deprem doğal bir afet evet, ama bu kadar yıkıcı, yok edici olmamalı. Bu kadar can kaybına yol açmamalı. Çocuklar, hayvanlar enkazda ölmemeli… Depremin oluşumunu engelleyemeyiz ama önlemlerimizi alabiliriz. Belki depremi hasarsız, can kaybı olmadan atlatamayız ama aldığımız tedbirlerle hasarları, can kayıplarını düşürebiliriz. Toplumda farkındalık yaratabiliriz. İnsanları her an kendi başlarına gelebilecekmişçesine bilinçlendirebiliriz. Önemsenmeyen, hafife alınan depremi “Kaderimizde varsa yaşarız, Allah korur, ufak bi sarsıntı bişey olmaz, kim deprem çantasına, monte edilmesi gereken dolaplara bütçe ayıracak, depremde çöken binaların çoğu yeni yapım; bizim bina kaç yıllık hiç bişey olmaz… ” gibi cümlelerden sıyırıp ne kadar ciddi olduğunu anlamalıyız. Böyle durumlarda empati kurmak her ne kadar zor olsa da denemeliyiz. Tolstoy’un da dediği gibi “Bir insan acı duyabiliyorsa canlıdır, başkasının acısını duyabiliyorsa insandır.
Lütfen artık bencilliklerimizin, çıkarlarımızın, en ufak ihmallerimizin nelere yol açacağının farkına varalım. Hepimiz depreme yakalanabiliriz, hepimiz kayıplar verebiliriz. Kimse bunun aksini iddia edemez ya da bunun olmayacağının garantisini veremez. Durum böyleyken nasıl olur da bu kadar umursamaz davranmaya devam edebiliriz

Dicle ÇELİK

GECE SİYAH OLDU

Yıllar önce bir gece, nice beyaz sayfalar kapandı, Gece siyah oldu!
İnsanlığı hüzne boğdu..
Onca geçen her yıl, gönüller yine buruk, fotoğraflar eksik ve yırtık…
Yeni sayfalar açtık, rengi hüzün rengi soluk . Üstünden geçsede yıllar, o siyah gece yine unutulmadı unutulmayacak.. Acıları hala içimizde sızlar can evimizde. Candan çok sevdiklerimiz yok artık, Onlar bir gecede gittiler. Biz kalanlar kah ağladık kah güldük, Bazen isyan bazen dua’yla Rabbimize döndük. Yıllar önce onları toprağa, Yüreğimize hüzünü gömdük..
17 Ağustos 1999 sıcağında, gecenin bir yarısı sarsıldık, silkelendik. Adına deprem dedik… Rabbim verdi.
Rabbim aldı.
Hiç kimseye bir şey diyemedik.
Olsak bile suçlu yine de; Allah dedik.
Sıcak bir yaz akşamıydı.
Oysa akşamdan ne güzel hayaller, ne güzel umutlarla uykuya dalmıştık.
Kimimiz köyde, kimimiz şehirde, kimimiz işte belki de sılaya giden yollardaydık kimimiz!
Kimi düğün kimi tatil hazırlığı yapıyordu.
İşte öylece mutlu umutluyduk kendimizce yarınlar için planlarımız vardı.
Öyle bir Silkelendi ki; yüreğimiz dondu…
Ölenlerin şehit kalanların yüreği dağlandı, Ortalık bir anda feryadı figan sardı aman Allah’ım!
yıkılmıştı Marmara gölcük. dev dalgalar denizden çıkan alevler bilmem çeşit çeşit rivayetler Deniz yarıldı da sanki Gölcüğü içine almıştı.
Yer üstü denizin altına çöküvermişti.
Biz de köyümüzdeydik. eski ahşap evde iki üç kardeş, çoluk çocuk hepimiz bir odada yatıyorduk. Çocuklar bir anda uyandı! korkmayın dedim. sanırım deprem oluyor. sarsıntının geçmesini bekledik.
Ve annem babam herkes birbirini yokladı. iyi misiniz çocuklar? haydi dışarı; evden bir anda uzaklaştık.. köy meydanına, harmanlara doğru toparlandı insanlar. herkes evinden kimi pijamalı, kimi pantolonu giymiş, kimi düğmesini iliklememiş…
çocukların elleri sımsıkı tutulmuş, şaşkın üzgün bir şekilde sokaklara döküldük. Gecenin bir zamanı karanlık sokaklar, insanlar ürkek… Herkes elindeki haber kaynağı olan telefonlara, radyolara sarıldı. Ne oldu, nerede olmuştu deprem. nereler yıkıldı acaba? aklımıza binbir soru, binbir endişe…
Ve herkes akrabasının, çocuklarının, sevdiklerinin sesini duyabilmek için telefondan gelecek sesleri bekliyordu.
-Alo iyi misiniz?
-burası iyi, biz iyiyiz. siz nasılsınız?
-nerede oldu deprem?
Ölen kalan yıkılan var mı?
-Var çok yer yıkıldı, çok insanlar öldü. Burası mahşer yeri gibi..
Televizyon, radyodan haberler bir bir verilmeye başlandı. görüntüler ekranlara düştü. o dehşeti görünce çok endişelendik, çok ürktük..
Ve yüreğimizi bir ateş bir acı sardı. sarsıldık Ülke olarak koştuk oraya bir yardım, bir faydamız olur diye ama; velakin olan olmuştu. şehir yerle yeksandı. toprak her şeyi içine çekmişti. İşte o an; ne servet, ne para pul, ne şöhret hiçbir şey fayda etmemişti. yıkıldı onca şehir, yok oldu yüzlerce belki binlerce aile..
Çoluk çocuk, genç yaşlı ayırt etmeden vardılar huzuru mahşere.
Onların dünya hesabı bitmişti, ama velakin bizim soracak hesaplarımız olmalıydı. sormalıyız Ama kime kimlere..

Deprem bilinci
Deprem; sessizce gelen geldiğinde, yıkıp döküp öldüren deprem..
Yer mekan, insan, doğa ayırt etmeyen karadan denizden, yerin yüzlerce metre dibinden gelen deprem…
Şehirleri, köyleri, doğayı toprak anayı sarsıp yıkıp geçer deprem.
O bir doğa olayı.
Ve biz depremle yaşamayı öğrenmeliyiz.
Bu depremleri bilecek çareler yokmu peki? var tabiki.
Çok şey biz insan oğlunun elinde, Bazı uzmanlar deprem öldürmez, İnsan hataları öldürür diyor?
Deprem yıkımını önleyici çareler var tabii..
İşimizi evimizi yurdumuzu sağlam yapmak.
Sağlam evler, sağlam şehirler yapmak.
Deprem; doğanın, yaşamın bir parçası aslında.
Elimizle yaptığımız mekanları depreme dayanıklı ve yıkıldığında insan öldürmeyen metaryellerden yapmalıyız.

Kamu spotu olmalı deprem, Konusu siz değerli vatandaşlarımız.
Bilinçli insan depremde ölmez.
Deprem olduğunda bilmeniz gerekenler,
Bilgi paylaşımı ve tekbir alınarak Depremleri birazda olsa hafif atlatmak mümkün.
Gerisini tefekkür edip Rabbime bırakmalı…


Ve o siyah, geceden sonra.. Şehitlerimizi toprağa, acılarını Gönlümüze gömdük.
Rabbim bir daha böylesini vermesin.
Dünyamız yıkılıp dökülmesin.
Allah deprem şehitlerine rahmet eylesin…
Ümran Yavaş Tepecik

HATIRLATIR BİZE YAŞANANLARI

Yine bugün hüzün kokar Marmara
Hatırlatır bize yaşananları
On yedi Ağustos bağrında yara
Hatırlatır bize yaşananları

Tarih bakar doksan dokuz çağına
Umutları dönmüş hicran dağına
Feryatlar karışmış bak toprağına
Hatırlatır bize yaşananları

Bu afetler kâinatın gerçeği
Kurban etmiş yere sürmüş bıçağı
Tomurcuktan çıkamamış çiçeği
Hatırlatır bize yaşananları

Dağ taş inler can ararken cananı
Hafızalar unutur mu o anı
Dinmedi ki gökyüzünün figanı
Hatırlatır bize yaşananları

Yakuti sen bu bilinçte var mısın
Hatırlatır lâkin sen duyar mısın
Varlığınla tabiata yâr mısın
Hatırlatır bize yaşananları

Hacer Alioğlu Yakuti